10 Ocak Çalışana Gazeteciler Günü…
61 yıl önce, 27 Mayıs 1960’ta yönetime el koyan Millî Birlik Komitesi'nin gazetecilerin haklarını güvence altına alan 212 Sayılı Kanun’u çıkarmasına denk gelir. Bu yasa, gazetecinin haklarını ve işverenle ilişkilerini düzenliyordu. Bunun üzerine 10 Ocak 1961’de yasayı kabul etmek istemeyen Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul,Yeni Sabah gazetelerinin patronları, üç gün boyunca gazete çıkarmayacaklarını ilan etmişti. İlk defa gazete patronları birarada iktidara cephe almıştı. Bu eylem “9 Patron Boykotu” olarak tarihe geçti. Gazetecilerin büyük bölümü ise, patronlarına karşı iktidarın desteğini yanlarına almıştı.
"9 Patron Boykotu"nun fikir babası Bedii Faik Akın (o dönemde Falih Rıfkı Atay’la 1952’de kurduğu Dünya gazetesinin patronuydu) boykota gitme nedenlerini NTV Tarih'e şöyle anlatmıştı: "İlgili taraflara sormalıydılar. Bizi boykota götüren de buydu zaten; bize hiç danışılmaması. Yoksa gazetecilerin sendikal haklarına itiraz etmiyorduk. Tazminat ödemelerindeki haksızlıklara itiraz ettik. (...) Hâlâ inanırım ki gazeteci 212 gibi uyduruk kanunlarla değil de gerçekçi sendikal haklarla ne kadar korunursa, patronun da lehinedir. Sendikalı gazeteci, gerektiğinde patronuna da sahip çıkar. Oysa şimdi 'Bana ne, para onda' diyor".
O sırada Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın İstanbul şubesi yönetim kurulunda olan Nail Güreli ise "O üç gün gazeteciler için bayram gibiydi" diyordu. "Dokuz gazetenin patronu, özellikle tazminat konusunu protesto edip, üç gün gazete çıkarmayacaklarını söylediler. Biz de sendika olarak Basın adında bir gazete çıkarmaya karar verdik. Çırağan Sarayı kağıt deposuydu o zamanlar. Akşam vakti, Ömer Sami Coşar’ın desteğiyle deponun kapısını açtırarak SEKA’dan kağıt aldık. Çıkan gazeteyi de sokaklarda yine gazeteciler sattı. İlhan Selçuk’u hatırlarım sokaklarda gazete satarken. Patronların bildirisinden sonra, onların protestosuna karşı biz de cevap hakkımızı kullanarak bir karşı-bildiri yayımladık. Altına Hürriyet’inki hariç tüm yazı işleri müdürleri imzasını koydu. Necati Zincirkıran’dı o zaman Hürriyet’in yazı işleri müdürü. Sonra sendikadan çıkardık onu. Düşünün, o sırada Milliyet’te patronu temsil eden genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin de imzası vardı o bildirimizin altında".
Evet, bütün bunlar o dönem gazete çalışanları adına başarısıydı.
Ancak tarihsel geçmişe baktığımızda, bir kuramcının savunduğu gibi demokrasi asla gelmeyecek. Zira İnsanın doğasına aykırı olduğu ve insanların mutlak güce tabi oldukları ve hatta insanın doğası gereği tembel ruhlu olduğunu araştırmalarında belirten kuramcılar sizce yanılıyor mu?
Bence değil…
Zira 20. yüzyıl başlarından 1940 yılına kadar dünya savaşlarının yaşandığı yıllarda, medyanın büyük bir etkisi olduğu görüşü ortaya çıkmıştır. Kitle iletişim araçları dönemin propaganda ve beyin yıkama kurumları olarak görülmüştür. Bu dönemde kabul edilen Hipodermik şırınga modeli varsayımı ile medyanın insanların bilincine, beynine kolayca manipüle edilebileceği görüşü bu döneme damgasını vurmuştur.
Post-yapısalcı bir düşünür olarak görülen Michael Foucault özellikle iktidar olgusunu yeniden ele alışı ve söylem kavramı ile dikkat çekmiştir.Bilginin kitleleri kontrol etmek için bir iktidar biçimi olarak kullanıldığını belirtir. Roland Barthes ise, ideolojinin yeniden üretiminde medyanın oynadığı rolün anlaşılmasına yönelik önemli bir diğer kuramcıdır. Medyanın bir ideolojiyi insanlara kabul ettirmede göstergelerin, simgelerin ve mitlerin kullanımının büyük bir önemi olduğunu belirtmiştir.
Medya kuruluşlarının kapitalist piyasa koşullarında faaliyet göstermesi ve tekelleşme eğilimine klasik ekonomi-politik yaklaşımlar hassasiyet göstermiştir. Bu yaklaşıma göre; medyanın büyük sermaye mülkiyetine sahip olan ve yönetici konumunda olanların medya içerikleri üzerinde tamamen olmasa bile çıkarları doğrultusunda etkileri vardır. Medya endüstrisindeki tekelleşme eğilimi sonucunda, tek sesliliğin ortaya çıkması bu yaklaşımın üzerinde durduğu konulardır. Herman ve Chomsky propaganda modeli adını verdikleri yaklaşımlarında; egemen seçkinlerin mülkiyetinde olan medyanın doğrudan onlar tarafında kontrol edilerek, halkın neyi görüp duyacağına ve düşüneceğine karar verme, düzenli propaganda kampanyalarıyla kamuoyunu yönetme gücüne sahip olduklarını belirtmişlerdir.
80’li yıllarda uygulanmaya başlanan neoliberal politikaların etkisiyle gerçekleşen ve kamu ayıncılığının ortadan kalkarak özel radyo ve televizyon yayıncılığının yaygınlık kazanması anlamına gelen deregülasyon uygulamaları sonucunda, eğitim kurumu dışında kalan tüm alanlarda medya kurumunun işlevi farklılaşmıştır. Günümüz insanı toplumsal dünyayı yorumlama ve anlama sürecinde medya kurumuna bağımlı bağımlı hale gelmiştir.
Ve günümüz de medyanın iş insanlarının, siyasi iktidarın ya da muhalefetin eline geçmesiyle birlikte artık medya bağımsız bir kuruluş olmaktan çıkmıştır. Yüzyıllardır yapılan araştırmalar, çalışmalar insan doğasının gerçekten güce yöneldiğini ve bu bağlamda hiçbir zaman asıl demoksiyi yaşayamayacağımız ve özgür irademizi hiçbir zaman kullanamayacağımız gerçeğini bize gösteriyor.
Ben yine de tarafsız, yandaş olmayan, gerçeği halka duyurmayı ilke haline getiren medyanın var olacağını ve gücünü fark edeceğine inancımı yitirmeyerek gelecek olan kuşağın bütün bunları başaracağını düşünüyorum.
Şimdilik her zaman olduğu gibi hoşça kalın, akıl ve beden sağlığınızı korumaya çalışın!