Büyük savrulmalar toplumlara statükoyu sorgulatıp özgürlüğün hanesine mi yazılır yoksa tam tersine kendini dayatan güvenlik ihtiyacı nedeniyle bir tutuculuğa mı evrilir? Sorunun cevabını tam olarak bilemiyorum bu günlerde. Toplumlar çıkarlarının nerede olduğuna karar verirken genelde rasyonel davranmıyorlar. Rasyonel davranmak bir yana çıkarlarının tam tersine, kendilerini daha da yıkıma götürebilecek seçimlere yöneliyorlar. Tek bildiğim bu. Toplumsal değişimler son derece yavaş yaşanıyor. Nicelden nitele bir sıçrama yaşanması için bardağın iyice dolması gerekiyor. Tarihi yazan kalemde mürekkep yerine kan var çoğu zaman.
Göz göre göre gelen yıkımlar karşısında içi acıyla doluyor insanın. Kırmızı pazartesiyi bekleyen kasaba donukluğu çoğu zaman tanık olduğumuz. Kimilerimiz acı sonu görüp çırpınsak da toplum denen hantal mekanizme tepki gösteremiyor buna. Tepki göstermemesinin, ya da yeterince tepki göstermemesinin pek çok nedeni var. Minareyi çalanın hazırladığı kılıfa kanmaya hazır pek çok insan. Günümüzde siyaset sahnesindekiler en çok da algı yönetimi ile prim yapma peşinde. Küçük ve önemsiz hediyeleri kurdeleli, parlak paketler içinde sunmayı, bir cebe koyup ötekinden alma illüzyonunu başarıyorlar.
Geçenlerde yeniden okumaya başladığım Emirali Yağan’ın Beyaz Dağ’da Bir Gün kitabında şöyle bir şey söylüyor Dersim’deki 1938 katliamının tanıklarından biri “… 38’den sonra yirmi yıl bizim buralarda davul zurna çalınmadı. Düğünler sessiz, törensiz bir biçimde olup bitiyordu.” Bu psikoloji her ne kadar anlaşılır olsa da yasın hayatı bu kadar esir almasına izin vermemek gerek. İkinci Dünya Savaşı görüntüleri bunun tam tersini gösteriyor. Filmlerden izlediğimiz kadarıyla tabii. Bir yanda yıkım, bir yanda çılgın bir eğlence var. Ölüme karşı hayatın direnişi gibi.
Yas bizi esir almamalı. Tek düşüncem bu. Karanlıkları ışıtmayı başarmalıyız yeni baştan. Yitirdiklerimizin kabulünden sonra hayatta kalana tutunmaktan, yaşam enerjisiyle yola devam etmekten başka çaremiz yok. Yitirdiklerimizden sonra biz eski biz değilizdir ama bu daha kötü olacağız demek değildir. Tam tersine başka anlamlara, başka hedeflere sahip olmuşuzdur hayatta. Pek çok direnişçi yitirdikleri nedeniyle kazanmıştır bu kimliği.
Bir öğrencim Kıbrıs’taki uçak kazasında anne babasını yitirmiş, kardeşi ile akrabalarının yanında yaşamaya başlamıştı. Bir gün isyan ederek: “Benim annem babam öldü, evet ama uçak kazası gibi ülkeyi yasa boğan toplu bir ölümle ölmeleri bunu daha trajik yapmıyor. Herhangi bir başka nedenle ölmelerinden farklı değil bu benim için” demişti. Toplumsal belleğe yerleşmiş bu trajedinin öznelerinden biri olmak istemiyordu besbelli. Bir de bunun üzerine yapışmış bir kimlik olmasına direniyordu. Kendisine bakıldığında görülenin bu olmasına itiraz ediyordu.
Kurban psikolojisi herkesin kaçınması gereken bir durum. Bir konuda kurban olsak bile, hayatın pek çok başka alanında aydınlık içindeyizdir belki. Her hayat artıları ve eksileriyle güzeldir. Bazı şeyler hep başkalarının başına gelir zannederiz bir felaketle karşılaşana kadar. Potansiyel olarak her kötü durum herkes içindir oysa.Hayatta güzel şeyler de var. Hatta kötü şeyler yaşamış olmak değerini daha da artırır hayatımızdaki güzelliklerin.
Her an, her saat ne kadar değerliymiş meğerse. Sevdiklerimiz hayattayken onlara sevgimizi söylemek, sımsıkı sarılmak gerekirmiş. Hayattaki en önemli değer sahip olduğumuz değil olduğumuz şeymiş. Felaketler bunu ve benzeri şeyleri öğretir bize.
Ne çok insan yitirdik son sıralar. Olmaz dediklerimiz oldu, nice hayaller suya düştü. Acılar karşısında daha talimliyiz artık. Dünya eski dünya değil, biz eski biz değiliz ama bu iyi bir şey belki de. Hayatlarımızın farklı anlamları, farklı hedefleri olabilir artık. Belki de bütün bu olanlar değişmemiz gerektiğinin işareti. Yanlış rüyalardan uyanma zamanı belki. Yapabileceğimiz çok şey var. Bizim payımıza da böyle bir çağda, böyle bir coğrafyada, böyle bir hayat düşmüş. Bahar başını uzatmış, çiçeklerini sunuyor bize. Kalplerimizin pencerelerini açabiliriz.
(Kaynak: Neşe Yaşın)