Hep umudu aşılamaya çalıştık. Umutsuz yaşamın anlamsızlığına vurgu yaptık. İyiliği, dostluğu, kardeşliği aşılamaktı tek derdimiz. Olur olmaz şeyleri dert etmeyin, “Her şey yerli yerine oturur” görüşünü salık verdik.
Türkü sözlerindeki gibi değil mi: Dünyada ölümden başkası yalan!
Doğru doğru da!
Yok yere ölümlere sessiz mi kalmalıydık!
Sıcak bir yuva hayalinin mezarlığa dönüşeceğini kim bilebilir ki!
Ev alırken temelini, zeminini kontrol edemezsiniz ki!
Kendi ellerinizle yaptırdığınız ev bile göçüyorsa!
Altında hayatınız kararıyorsa ne yapmalısınız artık!
Geriye kalanlar derdini kime, nasıl anlatacak?
Yok mu bunun bir çaresi…
Uzaya mı gidiyoruz; gitmeyelim!
Almanlar bizi kıskanıyor mu; kıskanmasın!
Avrupa’nın en iyi ekonomisine mi sahibiz; olmayalım!
Yerli otomobilimiz, yerli uçağımız, yerli traktörümüz mü var; olmasın!
Uzay Ajansı mı kurduk; kurmayalım!
Önce şu yaşam alanlarımıza bir bakalım… İnsanca yaşamanın tadına varalım. Zaten acılarla yoğrulmuş bu coğrafyada kıt kanaat geçinmeye çalışırken, çocuklarımız ellerimizde ölmesin. Anne-babalarımız gözlerimizin içine baka baka yaşama veda etmesin. Kardeşlerimiz, ninelerimiz, dedelerimiz…
Halbuki ne zorluklarla sıyrılmaya çalışıyoruz yaşamın keşmekeşliğinden, kalleşliğinden, kokuşmuşluğundan…
Yok mudur bunun bir çaresi…
Çok mu zor bilimin ışığına sarılmak! Çok mu zor geçen onca yıla rağmen değişime, dönüşüme imza atamamak!
Bu çağda bu kadar insanın ölümüne seyirci kalmak da nedir?
Geriye kalan yüz binlerce yaralı insan ne olacak, ne yapacak?
Ya kalbi kırık milyonlar…
Sahi neydi yaşamın anlamı!
Yazık, çok yazık…