(Şennur Yağmur
kitap alıntıları)
Hastanede son günlerini yaşarken açık pencereden sokakta birinin ağız mızıkası ile çaldığı bir ezgiyi duyduğunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Sonra da etrafındakilere çocukluğunu anlattı;
"Annem beni 16 yaşında doğurmuş. Babam da onu terk edince büyük anneme vermiş. 5 yaşına geldiğimde büyük annem, anneme "Artık senin peydahladığın çocuklara bakamam!" diyerek beni annemin yanına geri göndermişti. Yiyecek ekmeğimiz bile yoktu, bu yüzden annem beni çalışıp bir kaç metelik getirmem için Rus göçmenleri Karnoffsky ailesinin yanına verdi. Sabah 5'de onlara giderdim. Ailenin büyük oğlu Alex Karnoffsky ile atları arabaya koşar, şehrin sokaklarında paçavra, boş şişe, metal parçaları, kağıt ve kemik toplardık. Öğlen topladıklarımızı satıp eve geldikten sonra bu sefer ailenin ikinci oğlu Morris ile aynı arabaya kok kömürü yükler, şehrin "Red district"ine (Batakhane bölgesi) gider, genelevlere kova ile kömür satardık. Morris bana küçük bir düdük almıştı. Sokağa girdiğimizde geldiğimizi haber vermek için düdükle melodiler çalardım. Morris'in "Sporcu kadınlar" adını verdiği kadınlar yarı çıplak evlerden çıkar, kovalara doldurduğumuz kömürleri satın alırlardı. O sefalet ve yoksullukta bile herkes güler, herkes şakalaşırdı.
Sabah 5'te kalkıp çalışmaya başladığım için Karnoffsky'ler benim öğleden sonra da çalışmamı istemezlerdi ama ben onlarla olmaktan çok mutluydum. Aile düzenim yoktu ve bir aile -üstelik de beyaz bir aile edinmiştim. O yıllarda Karnoffsky'leri zengin bir aile zannediyordum, oysa bugün geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki onlar da çok yoksuldular. Beni kendi çocuklarından hiç ayırmadılar. Öğlenleri birlikte 'gefildefish' yerdik. Bir zenci çocuğun beyaz bir aile ile birlikte masaya oturması olacak şey değildi. 7 yaşında idim ama Karnoffsky'lerin de diğer beyazlar tarafından hor görüldüklerini anlardım. Onlar bu duruma içerler görünmez, kendi yaşamlarına bakarlardı. Onlardan, çok çalışmayı ve ne olursa olsun yaşama sarılmayı öğrendim. İşler bitip eve dönüldüğünde anne Karnoffsky bebeği uyutacağı zaman beni yanına çağırırdı. Birlikte hep aynı Rusça ninniyi söylerdik. Ben de düdüğümle ona eşlik ederdim. Bebeği uyuturduk sonra da annemin yanına yatmaya giderdim.
İşte duyduğumuz ezgi o ninninin ezgisi. Yıllardır duymamıştım onu...
Bir kaç yıl sonra Alex Karnoffsky, bana azıcık gelecek ay maaşlarımdan kesilmek üzere borç, azıcık da hediye 5 dolar verdi. Bir eskicide kararmış eski bir kornet bulduk ve satın aldık. Evde Karnoffsky kardeşler benim heyecanıma bakıp gülüşerek dikkatle korneti parlattılar ve böylece düdükten sonra benim ilk gerçek bir enstrümanım oldu.”
Büyük insanları, küçük anlar-küçük anılar-"küçük sanılan büyük" insanlar yetiştirir.
Armstrong 1931 yılında 30 yaşında bile bütün Amerika'nın hatta dünyanın tanıdığı çok büyük bir müzisyendi.
Çok çarpıcı bir öyküsü daha var;
Louis Armstrong, güney eyaletlerinde ırkçılık yüzünden hiç konser vermek istemiyordu ama bir gün ısrarlar üzerine çok tutucu Tennessee eyaletinin başkenti Memphis şehrine konser için gitti. Heyecanlı izleyicileri kadar o yıllarda büyük çoğunluğu ırkçı Ku Klux Klan üyesi olan Memphis polis departmanı da Louis Armstrong'u öfkeyle bekliyordu. Şehre gelir gelmez bindiği arabada tutukladılar ve hapse attılar. Çünkü o dönemdeki Tennessee eyaleti yasalarına göre suç işlemişti. Bindiği arabada menajerinin beyaz ırktan karısı da vardı ve bir siyahinin beyaz bir kadınla aynı arabaya binmesi yasaktı. Ertesi gün konseri organize eden şirket Louis Armstrong'u hapisten çıkarabilmek için konser biletlerinin nerede ise yarısını Memphis polis teşkilatına hediye etmek zorunda kaldı.
O gece salonun arkaları ürkmüş sinmiş siyahi seyirciler ile, önleri de kibirli sırıtışları ve şık-görkemli üniformaları ile beyaz polislerle doluydu.
Louis Armstrong sahneye çıktı, o ünlü candan gülümseyişi ve bembeyaz dişleri ile seyircileri gülerek süzdü, mikrofona yaklaştı ve şunları söyledi;
-Sevinerek görüyorum ki beni Memphis polis teşkilatı da izlemeye gelmiş. Ben de ilk şarkımı onlara ithaf ediyorum.
Ve şarkısını söylemeye başladı.
Şarkının ilk sözleri ile birlikte salon çoşku ile ayağa fırladı. Polisler de şarkının kendilerine ithaf edilmesi ve salonda beliren heyecan yüzünden ayağa kalktılar. Siyahiler şarkının kendi bildikleri ismi ve güftesi yüzünden coşmuşlardı. Louis Armstrong şarkıyı o denli güneyli siyahi ağzı ile söyledi ki polisler tek kelime bile anlamadılar. Şarkının anlamını muhtemelen konser sonrası öğrenmişlerdir.
Olay bir anda bütün Amerika'da duyuldu ve şarkı siyahilerin marşı gibi oluverdi. Siyahiler her fırsatta hep birlikte şarkıyı söylemeye başladılar.
Şarkının ismi “I’ll be glad when you’re dead, you rascal you.” (Geberdiğiniz zaman mutlu olacağım, sizi gidi reziller) idi.
Zayıf, ezik, düşkün, güçsüz, çaresiz sanılan insanların kibirlilere karşı zekice, zarif, düzeyli, hınzır, yerinde, mizah dolu ve tokat gibi rövanş almaları ne keyiflidir...
Bu arada büyük acılar, esaretler, hor görülmeler büyük öyküler yaratır.
Moris Levi
Murat Demirocak
Alıntı